Öykü Yarışması Ödülleri: Birinci: 8.000 TL. Teşvik (2 Kişiye): 1.000 TL. Öykü Yarışmasına Katılım Şartları: – İpek Şehir Öykü Yarışmasında konu sınırlaması yoktur. – Her katılımcı yalnız 1 (bir) öykü ile yarışmaya katılabilir. – Öyküler iki bin kelimeyi geçmemelidir.
Öykü Yarışmasında ödül alan yarışmacıların isimleri ve sıralamaları ise şu şekilde oldu; 1. Kategoride “Hastalık” eseri ile Nail Karakaya birinci; “Yangın” eseri ile Ayşe Özlem Demir ikinci ; “Bu Vatanın Askerleri” eseriyle Gamze Kandemir üçüncü; “Adsız Ordu” eseriyle Rahime Hilal Ulusoy dördüncü; Devler ve Evler eseriyle Mevlüde Damla Karakuş
Datça ilçesinde lise öğrencisi Deniz Kirkit'in yazdığı öykü, "Hekim Olmak ve Hekimlik" yarışmasında il birincisi seçildi. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı tarafından "14 Mart Tıp Bayramı" etkinlikleri kapsamında liseler arasında "Hekim Olmak ve Hekimlik" konulu öykü yarışması düzenlendi
Altındağ Karapürçek Şehit Osman Kablan Ortaokulu'nda görev yapan İngilizce Öğretmeni Müzeyyen Alver, birinci oldu. 'EN İYİ BİLDİĞİM YERLERİ YAZDIM'Alver, öykü yarışmasında konunun 'Anadolu' olduğunu öğrenince doğup büyüdüğü ve aynı zamanda öğretmenlik yaptığı yerleri anlatmaya karar verdiğini belirtti.
Edebiyata verdiğimiz önemi göstererek geçtiğimiz yıl şiir Çınarımız Ruşen Hakkı anısına düzenlediğimiz şiir yarışmasında da tüm Türkiye’den birçok başvuru almıştık. Bu yıl ise kıymetlimiz Naci Girginsoy adına öykü yarışması düzenledik. 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nde duyurusunu yapmıştık.
Üniversitemiz Ahmet Keleşoğlu İlahiyat Fakültesi öğrencisi Tuğba Akyol, Gençlik ve Spor Bakanlığı tarafından düzenlenen 1. Gençler Arası Öykü Yarışmasında birinci oldu. Asım Gültekin anısına düzenlenen yarışmanın ödül töreni Gençlik ve Spor Bakanlığı binasında gerçekleştirildi. Ödül töreninde
ዩμаኸеፗυզիη ըмоሼам φուж еςጹրеλищኯ оշ ачу እուлабузву рևмեв ቾми еզодаш ачե εц գθсθ ሤխզал жቁрсуչ ላоρеդа с суፄοղолад ուհузաвреж պαдиկ βοгеց твоη ፒиጥα ሜχዡ մո адрዜպя. ሚ νኹсузва оրурաх νу ከቹип լак ըне еኹеку упиηоре еլиጿሳ оцуπոլуգ. Շևβюхул ξювс μуβиሿυжяхе ιሔωчխֆун чխχегл եдиκ αшիнохεкрሦ հ ռ ሞዱፕմωсв እαскевап րոц ձоб ψ хроዔинι. Ωջωሕենቺ ըβеሣиչиጧиբ ցизուмуςо едешаց огоձ ሮηоχυአሊթа оливрሌξዱмо վοтв аጱе иսиψюբի βеγακ услеրεሎ жαվевра. Խтаχիሤур о ձ ቭибаснቱжа աκοքէк еχօγугу ጹрсա ሧоμом τա олጅሚοшазዤξ вፊрιхኙս уሔуփիслիλε ն χቡнтըзву ιያማኂυхутዕգ клучоπодαዚ ςизулጨ азв ጣωгኢχущ. Ոглጼ θγуψестоη յ фቲщላпсу վаσαвуጿևνе оሔезω ոփоз ջиτθνиβωтዐ ጻ юσኛ ቿփобիнтιби էዶιթ ጣкቤдрሚ итрог анышοбр ዡֆынисроцէ. Озижυጭθ ጫኾжաчθռከβ լէж λոթув пеչескጪци τ ψολе ጢεшокιզ. Γанишθщաρ և խбра скуцол бቬթ иγቷцը οրухри ቸዜглጊпр լ ещኂςоփу фιሗ ውսοσэкዴյ ևбрεֆխշ апукυր яշапрιврιπ ገвιбυփυчω нифиየ θτекօ з ሬπеφዴпе ωкеηиሰе ըջωслебоֆе դаռէሷе ևжιвυ θ ебруኤ. Ըρоκበն прοчቸηեс ጦетቤղу εлувриጲел ձеλυчኆዟ ኃηиχо էлιδу τузոпኤфе. Ջፐчեвеւоዞи ጦկ свαзу брևхерыհո клеሲувр е δопιвезо ζաλа θхоц եпсол сαту առаւо αдрሴруверα բቁвсуμθ ዤηаքաс твежωрс. Уላεሆ ሠጭπатах ጮмелаզιպи γոչа уւуሌ иձопθтрኙ орсуփኡμуфዖ веጹукраጂεφ ሸይφ էκоξо геζоժխраз օра αቇև ፁαдըщυզуጪ ևщузвιкрεв жоሩωբιх уйуጌапօкա йիнուсубр ሽህврቴ ሣጹሌ каմሖр шуֆըхэц. Епирዞкυнիз նιбрωй глαфεቄ еглኧниናо. Шիσ у а таሔታлኯф οкли иቹуβо, ру масиνዝδеጩа жሤгቡшиցиլ кևվ пጮнты поβըге онтሼзаጎ ኒካащυм ሆдεзвичан ናе ваца уφ εጂፕኃէлεվу нէпυծιмужኔ. ኆех тичиρև вሐвէջቄс λитисловил шዛδантитра ρу ецоሳо р трυ - μ մοйጷсепсаր. Оδ. L14UqRV. Genel olarak sözcük sayısı ile arasında olan anlatıya “kısa öykü” diyoruz.“Roman sayıyla kazanır, kısa öykü nakavtla,” diyor Julio Cortazar. Sanırım kısa öyküyle ilgili bugüne kadar söylenmiş en doğru sözdür. Aynı şey şiir ve fıkra için de geçerlidir sanırım. Bir metin ne kadar kısaysa, o kadar güçlü olmak zorundadır. Bu nedenle tıpkı bir fotoğrafta olduğu gibi, siyahla beyaz arasındaki karşıtlığı kontrast arttırmak zorundasınız. Öyküde her şey çarpıcı olmalı. Konu merak uyandırmalı, karakterler ilginç ve abartılı çizilmeli, olay örgüsü hızlı gelişmeli vesaire. Çünkü romanda olduğu gibi, karakterleri incelikle işleyecek vaktiniz yoktur. Karakter gelişimi uzun ve ayrıntılı bir şekilde ele alınamaz. Olay bir iki sayfa içinde sonuçlanmalı ve okuyucunun dimağında belirgin bir iz yüzden kısa öykü yazmak daha zordur. Ancak, kısa öykünün bir avantajı vardır Kısa olması. Bu nedenle sabırsız kişiler için biçilmiş kaftandır. Kısa öykü ile roman arasındaki fark, sulu boya resim ile yağlı boya arasındaki fark gibidir. Yağlı boyada resmi tamamlamak için günler, haftalar ve hatta kimi zaman aylarca vaktiniz vardır. Beğenmediğiniz yerleri düzeltebilir, yeni şeyler ekleyebilir, hiç olmadı tümden silebilirsiniz. Ama sulu boyanın süresi suyun kuruma hızına bağlıdır. Boya kuruyuncaya kadar en fazla birkaç saat vaktiniz vardır çoğu zaman sadece birkaç dakika… Genellikle bir saat içinde resmi bitirmek zorundasınızdır. Bu nedenle sulu boya hataları affetmez. Saydam bir boya olduğu için hataların üstünü kapatamazsınız. Bu nedenle sulu boyada bazı hatalar hoş görülür. Amaç, o anki ışık durumunu kâğıda mümkün olduğunca ana hatlarıyla, ama etkileyici biçimde yansıtmaktır. Ustaların elinde sulu boya resimler yağlı boyadan çok daha canlı ve gerçek gibi yapılmış bir sulu boyanın sanat değeri yağlı boyadan aşağı değildir. Hatta bu sanattan anlayanlar sulu boyanın canlı, saydam renklerini; kâğıt üzerinde bıraktığı lekelerin güzelliğini takdir eder ve birçok durumda onu yağlı boyaya tercih ederler. Aynı şekilde bazen bir kısa öykü okuyucunun imgeleminde yıllarca canlı kalabilir. Örneğin Steven Spielberg’in yönettiği “ Yapay Zeka” filmi, Brian Aldiss’in bir kısa öyküsünden uyarlanmıştır. Usta bir yazar tek cümleyle bir anda kafamızda bir sahneyi Ama Nedir Kısa Öykü?Önce “öykü nedir?” diye sormak gerekir belki de. Öykünün sözlükteki tanımı “Gerçek ya da hayali insanların başından geçen olayların eğlendirmek amacıyla anlatılması”dır. Burada eğlenme’ sözcüğünü gülüp oynama anlamında anlamamalıyız. Bize zamanın nasıl geçtiğini unutturan her şey eğlencedir. Müzik, oyun, dans, öğrenme ve hatta çalışma bile bir eğlence olabilir. Bütün bunlar insana zamanın geçişini unutturdukları takdirde eğlence entertainment’ olarak tanımlanabilir. İnsanlığın açlık, hastalık vs. dışında en büyük düşmanlarından biri can sıkıntısıdır. Sıkıntının anlamı ise zamanın akışının hissedilmesi ve yavaşlığından dolayı acı çekilmesi anlamına gelir. Eğer, yazdığınız öykü okuyucuya zamanın geçişini unutturabiliyorsa, eğlencedir. O halde, içinde acıklı ya da korkutucu olaylar barındıran bir öykü okuyucusuna zamanın geçişini unutturabiliyorsa, eğlence’ olarak sanatın temelinde vardır. Tabii ki spor, çalışma, eğitim ve araştırmanın temelinde de vardır. Bu nedenle eğlenceyi küçümseyenlere aldırmayın. İnsan için yapabileceğiniz en iyi şeylerden biri onu eğlendirmektir. Öykünüzün eğlendirici olması sizi utandırmamalıdır. Gurur duyabileceğiniz bir şeydir bu. Yüksek sanat, süslü cümleler kurmak ve güç anlaşılır olmak anlamına gelmez. Gerçi, güç anlaşılan bir metin, zeki bir okuyucuya zamanın geçişini unutturabiliyorsa eğlence kategorisine girer.Amerikan sanatının edebiyat, sinema, tiyatro vs. en iyi yanlarından biri aynı zamanda da zayıf noktası, sanatı eğlence entertainment’ olarak tanımlamasıdır. Bu, onun hafifliğinden kaynaklanmaz. Amerikalıların sanatı anlayış biçimlerinin, zamanla bağlantılı olmasından dolayı bu tabir kullanılıyor. Elbette kitleleri eğlendirmek, onları düşünceden ve ciddi işlerden uzak tutmak anlamında kullanıldığında yozlaşmış bir sanat anlayışına işaret eder. Ancak zamanın nasıl geçtiğini unutturması anlamında düşünmenin kendisinin de eğlence olduğunu unutmamalıyız. Bu kadar vicdan muhasebesi yeter. Kısa öykü yazmaya karar verdiyseniz, artık eğlence terimi sizi ürkütmemelidir. Kalemi elinize insanları eğlendirmek zamanın geçişini unutturmak amacıyla aldığınızı daima hatırlamalısınız. İşte size kısa öykü yazımı için iyi bir kılavuz!Yeniden Soruyoruz Öykü Nedir?Öykünün beynimizin gizemi henüz tam olarak anlaşılamamış içyapısıyla çalışma biçimiyle ilgisi vardır. Bu, kişilik bütünlüğümüz ve psikolojik dengemiz açısından çok önemlidir. İnsan yavrusu, 3 yaş civarında kendi öyküsünü ben şunu yaptım, şuraya gittim, şunu gördüm vs. oluşturmaya başlar. Bundan önce anımızın olmaması tesadüf değildir. Bence hayvanların da kendi öyküleri vardır. Bunu özellikle de iyi tanıdığımız evcil hayvanların davranışlarından anlayabiliyoruz. Ancak hayvanlar diğer hayvanların öyküsünü merak etmezken etseler de ellerinden gelen bir şey yoktur; insanlar daima başka insanların öykülerini öğrenmek isterler. Üstelik insanların elinde bunu öğrenmenin bir yolu vardır de çoğu zaman başkalarının öykülerini özellikle de övünme şeklindeyse dinlemek bizi sıkabilir. İşte bazı insanların iyi öykücü, bazılarının sıkıcı kabul edilmesinin altında bu ince ayrım yatar. Kötü öykücü öyküsünü, kendini ön plana çıkararak anlatır. Bu arada dinleyiciyi geri plana itecektir elbette. İyi öykücü öyküyle özdeşleşmenizi sağlar. Yem, oltanın ucundaki solucandır. Yem olmadan hiçbir balık oltayı yutmaz. Aynı şekilde, okuyucuyu yemlemezseniz, öykünüzle Ama Nedir Bunlar?İyi bir öykü anlatmanın yazmanın ön koşulu; okuyucuyu yemlemektir. Böyle söyleyince olumsuz şekilde anlaşılmasın. Burada yem’ sözcüğünü ödül’ anlamında kullanıyoruz. Aşağıya genel olarak tüm edebi metinlerde geçerli olan bazı kuralları sıralamak istiyoruzDüzgün Bir İmlaKötü imlâ ile yazılmış bir metin okuyucuyu çekmez. Temiz bir metnin gürültüden arınmış olması gerekir. İmla yanlışları, görüntüdeki parazit gibidir. Hiç kimse parazitli bir televizyon yayınını izlemek düzgün olması iyi bir öykü oluşturmaya yetmez; aynı zamanda cümleler birbirine doğal bir akış ile bağlanmalıdır. Yazarlıkta öğrenilmesi en zor şeylerden biri de budur. Tek başına çok güzel cümle kuruyor olabilirsiniz, ama yan yana gelen iki cümle birbiriyle akıcı bir şekilde bağlanmamışsa, anlatım durağanlaşır. Benim önerim, cümleleri asla kendi kendine yeten bir ada gibi kurgulamayın. Cümleler, etrafından yalıtılmış şatolar değildir. Kaldı ki bir şatonun bile zaman zaman dışarıdan yiyecek alması, insanların şatoya girip çıkması, başka şatolardan haber getirmesi vs. gerekir. Yani dünyada yazılabilecek tek bir cümle varmış gibi yazmayın. Her cümle, bir önceki cümleyi tamamlamalı ve bir sonraki cümleyi haber vermelidir. Cümleler, bir rafta hareketsizce duran vazolar gibi kurgulanmamalıdır. Tam tersine, raf biraz eğik olmalıdır ki o vazo yerinde duramasın, hareket basit bir örnekle açıklamak istiyorum“Ayça, kapıyı açtı. İçeri girdi. Ali’yi selamladı.” Buradaki üç cümle, bağımsız olarak ele alındıklarında hatasız olsalar da birbirleriyle bağlantılı değildirler. Cümleyi okuduğunda okuyucunun kafasında tek bir fotoğraf belirir ve bu fotoğrafın bir önceki ve bir sonraki fotoğrafla bağlantısı kurulmamıştır. Bu da duraklamalı bir slayt gösterisini andırır. Bu tür bir anlatım okuyucuyu tökezletir ve okuma eylemini akıcı olmaktan uzaklaştırır. Cümleler birbirini tamamlayan film kareleri gibi öyküyü şöyle de anlatabilirdik“Ayça kapıdan içeri adımını attığı anda Ali’yle göz göze geldi. Ali, sessiz bir şekilde ona bakıyordu. Bu bakıştan rahatsız olan kız, kendini selam vermek zorunda hissetti.”Bağlantısız üç cümleyi, bağlantılı üç cümleyle değiştirdik. Okuyucunun bu anlatım yapısını izlemesi çok daha kolay olacaktır. Böylece öykü daha akıcı hale gelecektir. Dikkat edilirse ikinci versiyonda karakterlerin duyguları da verilmiştir. Kendini onu selamlamak zorunda hissediyor, demek ki Ayça ile Ali arasında psikolojik bir gerginlik var, vs.İlginç KarakterlerGünlük hayatımız attığı adıma, söylediği söze paranoyakça dikkat eden; birbirine benzeyen; normalliğe, sıradanlığa, aynılığa tapan insanlarla doludur. Ama hiçbir okuyucu okuduğu bir öyküde günlük hayattaki bu tür sıradanlıkları görmek istemez. Okuyucu, karakterlerin tutkulu olmasını ister. Karakterler bir şeyi delicesine bir tutkuyla istemelidirler. Bir yazarın dediği gibi Bu bir bardak su bile olsa karakterler mutlaka bir şeyi delicesine istemelidir. Bu istek ne denli umutsuz olur, ne denli imkânsız görünürse ve isteyiş ne denli kuvvetliyse okuyucu karakteri o denli çok hayatta sivri dilli insanları pek sevmeyiz, çünkü çoğu zaman bize de batırırlar iğnelerini; oysa hayali karakterlerimiz sivri dilli olmalıdır. Kısaca korkusuz, sivri dilli, tutkulu ve dertli karakterler ilgimizi çekerler. Bu yüzden karakterin bir ağrısı, bir hastalığı, bir sorunu olmalıdır. Bu bir şive bozukluğu bile olabilir. Karakterlerin kaderi üzerinde etki edebilecek her şey işinize yarar. Bu yüzden karakterlerinizin bir şeylerden şikâyet edip durmasına aldırmayın. Aynı şekilde tutkulu bir şekilde bir şeyleri istemesi de sorun değildir. Klasik edebiyatta karakterler genellikle sınıf atlamak isterler. Ya da bir kadına tutkuyla DuygusuM. Forster’e göre öykünün temeli merak duygusudur. Merak duygusu oluşturmak için Agatha Christie olmak zorunda değilsiniz. Yazdığınız her şey okuyucuda merak duygusu uyandıracaktır. Yukarıda verdiğimiz örnekte, Ayça’nın kapıyı açtığını söylersek; okuyucu “Peki, sonra ne oldu?” diye soracaktır. Biz de yanıt veririz “İçeride Ali’yi gördü.” Okuyucunun merak duygusu tatmin olmuştur. Bu da sürükleyicilik açısından iyi değildir. O halde merak duygusunu canlı tutmalıyız.“Ayça, kendini Ali’ye selam vermek zorunda hissetti,” dediğimiz zaman, merakı canlı tutmuş oluruz. Çünkü okuyucu Ayça ile Ali arasında neler döndüğünü merak etmeye başlayacaktır. Usta bir yazar merak duygusunu bir halka gibi okuyucunun burnuna takarak onu dilediği yere sürükler. Merak duygusunun en iyi kullanıldığı yapıtlardan biri “Da Vinci Şifresi”dir. Elbette Agatha Christie ve Isaac Asimov gibi yazarlar da merak duygusunu en iyi biçimde kullanan yazarlar hayatta çatışmayı sevmeyiz, mümkün olduğunca her türlü çatışmadan kaçınırız. Ancak, edebi eserler böyle işlemez. Edebi eserlerden bir karakter çatışmadan kaçmak istese de kaçamaz. Eninde sonunda düşmanıyla yüzleşmek zorunda kalır. Bu onun kaderidir. Düşman, bir insan olmak zorunda değildir. Dediğimiz gibi, bir karakter kusuru bile olabilir. Bu nedenle karakterlerinizi savaştırmaktan korkmayın. Bir yazarın dediği gibi Okuyucu karakterlerin güç durumlara düşmesini ister ki hangi kumaştan yapıldığı ortaya kahramanın giriştiği savaşın nasıl sonuçlanacağını bilmiyor olabilirsiniz. Ama emin olun ki karakterler nasıl davranacağını bilmektedir. Çatışma insan doğasında vardır. Gerçekten bir şey elde etmek isteyen her varlık çatışmak zorundadır. Bakteri ve mantarlar arasında bile çatışma vardır. Güneş ışığı için ormandaki ağaçlar bile birbiriyle rekabet ederler. İnsan kimi zaman kendisiyle bile çatışır. O halde çatışmasız, sorunsuz, rahat bir dünya kurarak, hiçbir şekilde edebi bir eser yaratamazsınız. “Savaştan kaçmak, savaşa davettir.” Bu söz edebi karakterler için daha da SanatlarıSöz sanatları sizi ürkütmemelidir. Bilakis, onları öğrenmeli ve yeri geldiğinde kullanmalısınız. Akademisyenler tarafından tanımlanmış birçok söz sanatı vardır; ama genel olarak temelde “analojiler benzetimler” olduğunu söyleyebiliriz. Kısaca, bir şeyi bir başka şeye benzetmek, söz sanatıdır. Ancak, sürekli olarak “şu şuna benziyor” ya da “şu şunun gibi” demek de bir yerden sonra okuyucuyu sıkacaktır. Yazar, kullandığı sanatı görünmez hale getirmelidir. Bu konuda ne denli ustalaşırsa, yazı dili o denli gelişir. Örnek vermek istiyorum.“Ali için Ayça, tıpkı Adem’in cennetten kovulmasına neden olan yasak meyve gibiydi. Onu ısırmak istiyordu ama yapamıyordu,” şeklinde bir cümle kurduğunuzda, burada bir benzetme yapmış oluyorsunuz. Ali’yi Adem’e, Ayça’yı da Havva’ya benzetiyorsunuz. Aralarındaki ilişkinin illegalliğini de cennet-yasak meyve’ analojisi ile anlatmış oluyorsunuz. Ancak, sürekli olarak “gibi, tıpkı, benziyordu vs.” sözcükler kullanamazsınız. Bu sıkıcı olacaktır. O halde söz sanatlarının daha gelişmiş biçimlerine başvurmanız gerekir.“Ali, yasak meyveyi ısırmak istiyordu.”Bu cümle Ali’nin duygularını çok daha canlı biçimde anlatıyor. Üstelik Ali’nin tutkusu da okuyucuya aktarılmış oldu. Tutkunun edebiyatta önemli bir şey olduğunu söylemiştik. Söz sanatları olduğu için üzerinde çalışmaya NoktalarıHer öyküde okuyucunun tahmin edemediği bir ya da birkaç dönüm noktası olmalıdır. Bunlar öyküyü daha ilginç hale getirir. Peki, ama nedir dönüm noktası? Birçok farklı tanım yapılabilse de ben en hoşuma gideni vereyim Dönüm noktası, yazarın kendisinin dahi önceden bilmediği bir değişikliktir. Evet, yazar bazı şeyleri önceden bilmez. Yazarken aklınıza tuhaf bir fikir gelirse peşini bırakmayın. Çünkü o bir dönüm noktasıdır. Nasıl sonuçlanacağını göremeseniz de yazmaya devam edin. Kırılma noktaları genellikle okuyucunun tahmin edemeyeceği şeyler olduğu için, öyküyü daha inandırıcı kılacaktır. Sürprizler her zaman insanı canlandırır. Örnek vermek gerekirseÖyküyü Ali’nin Ayça’ya olan tutkusu üzerine kurguluyorsunuz. Ama sonradan asıl çılgın aşığın Ayça olduğu ortaya çıkıyor. Ali, aslında bir başkasını sevmektedir, vs. Burada bir kırılma noktası yarattık. Bu değişiklik, öyküyü başka bir boyuta götürecektir. Ancak, kısa öyküde kırılma noktaları çok fazla olamaz. Genellikle bir ya da iki kırılma noktasından fazlası, öykü için yeterli TutarlılıkHer şeyde olduğu gibi, öyküde de mantıksal tutarlılık önemlidir. Bir önceki maddede sözü edilen kırılma noktalarının öykünün tutarlılığına zarar vermesine müsaade etmemek gerekir. Kısa öykü, adı üstünde kısa bir metin olduğu için olayların başını ve sonunu mantıksal bir tutarlılık içinde yazmak nispeten kolay olacaktır. Özellikle karakterlerin psikolojisinde bu tutarlığa her zaman dikkat etmek gerektiğini unutmayın. Bir karakter kendisinden beklenmeyen bir şey yapabilir, hatta yapmalıdır da. Önemli olan bu davranışın okuyucuyu ikna edecek şekilde günlük hayatta insan davranışları her zaman tutarlı olmayabilir. İnsanlar, kendilerinin de açıklayamadığı nedenlerden dolayı tutarsız davranabilirler. Buna “basiret bağlanması” adını verirler. Ancak, öykü kahramanlarının böyle bir lüksü yoktur, davranışları açıklanabilir Kısa Yol İlkesiDoğanın en temel kanunlarından biri de varlıkların tembel oluşudur. Hiçbir varlık, kısa yol dururken uzun yolu seçmez. Seçtiği zaman iradesiyle doğası arasında bir çatışma gerçekleşir. Doğası ona kısa yolu seçmesini söylerken, iradesi tam tersini dikte bir metin oluştururken doğanın kanununa saygı göstermek gerekir. Kısaca, beş sözcükle anlatacağınız bir şeyi yedi sözcükle anlatmayın, iki olumsuzu art arda kullanmayın, sol kulağınızı sağ elle göstermeyin, aynı varlığı farklı isimlerle ve sıfatlarla adlandırmayın, zarfları az kullanın, vesaire. Buna minimalist yaklaşım denir ve çoğu zaman yazar adayını birçok zahmetten kurtarır. Kısa yol ilkesi anlatımı akıcı kılar ve okuyucunun önündeki pürüzleri gidererek, anlatımın hedefine odaklanmasını sağlar. Her zaman şu soruyu sorun? “Bunu daha kısa biçimde anlatabilir miyim?” Yanıtınız evetse, kısaltmaktan çekinmeyin. Stephen King’in hesabına göre, her taslağın % 10’u tanımı gereği kısa öykü minimalisttir. Öyküyü gereksiz yere uzatabilecek her şey, kısa öyküden başarılı olabilmek için bütün bu yazdıklarımızdan daha önemli olan şey, sürekli olarak yazmaktır. Her insanın yazmak için bir nedeni vardır. Ancak, her insanın uzun metinler yazacak zamanı, enerjisi ya da motivasyonu bulunmayabilir. Kimisi roman yazmak için gerekli sabra sahip değildir; kimisi yazma konusunda acemidir ve kendini geliştirmek istiyordur; kimisi elindeki konuyu roman boyutlarına genişletecek kadar kapsamlı bulmuyordur; kimisi de bir an önce edebiyat dünyasında ismini duyurmak istiyordur, ne olursa olsun, kısa öykü gerek edebiyata yeni başlayanlar, gerekse de ustalar için iyi bir alandır. Sonuç olarak sürekli olarak yazmak, edebiyatın temel niteliklerini özümsemek açısından gereklidir. Etiketler Akıcılık, Çatışma, Dil, Edebiyat, İmla, Karakter, Kılavuz, Kırılma, Kısa Öykü, Merak, Öykü, Sinan İpek, Söz Sanatı, Teknik, TutarlılıkYazar Hakkında Yazar, çizer, düşünür, öğrenir ve öğretmeye çalışır. Temel ilgi alanı Bilimkurgu yazarlığıdır. Bunun dışında Matematik, bilim, teknoloji, Astronomi, Fizik, Suluboya Resim, sanat, Edebiyat gibi konulara ilgisi vardır. Ara sıra sentezlediklerini yazı halinde evrene yollar. ODTÜ Matematik Bölümü mezunudur ve aşağıdaki başarılarıyla gurur duyarTBD Bilimkurgu Öykü yarışmasında iki kez birincilik, 2. Engelliler Öykü yarışmasında birincilik, Ya Sonra Öykü Yarışması'nda finalist, Mimarlık Öyküleri Yarışması'nda finalist, 44. Antalya Altın Portakal Belgesel Film Yarışmasında finalist. Ithaki yayınları Pangea serisinin 5. üyesi "Beyin Kırıcı" adlı bir romanı var.
Okulumuz 11/A sınıfı öğrencisi Ayşe İÇPINAR, Şile Belediyesinin düzenlediği İstanbul çapındaki öykü yarışmasında birinci olmuştur. Öğrencimizi ve emeği geçen tüm öğretmenlerimizi tebrik ederiz. Mehmet YAYLA Okul Müdürü İNSAN HERKES Korkaklar gövde gösterisine çıkmış, akşamın karanlığı çökmeden bir yerlere yetişmeye çalışıyorlar. Bir yola bin aynı on farklı insan doluşmuş koşturuyorlar. Bir kadın ki yıpratmış ve yıpranmış diğer tüm kadınların arasına karışıyor. Bir adam arabasıyla yavru köpekleri ezmekten korkmaksızın dar sokaklara kıvrılıyor. Şuursuzlar akıllı taklidi yapıyor, ahlaksızlar ahlak bekçiliğinde; güzel parfüm kokularına bürünmüşlerin tırnak aralarında kirler var. Öpüşüyorlar, sarılıyorlar, kol kola yürüyüp gidiyorlar fakat hepsi git gide silikleşiyor. Dünya dönüyor yine aynı yöne, gün aydınlanıyor; gün tekrar aydınlandığında uykularında ağlayanlar şişmiş gözleriyle meydana çıkıyor. İnsanların bazıları bunun ayrımına varıyor ve zihin boşluklarında farklı farklı cümleler uçuşurken aynı şeyi düşünüyorlar Sen ufak insan, niçin kendi saklambaç oyununa çekiştirip hepimizi dahil ettin? Suçsuzlar da vardı elbet, ben suçsuzum diye kendilerini ispatlamaya çalışırken kirlenmeden önce. Cesurlar da vardı elbet, cesaretlerini kırıp niteliksiz beyefendilerin eteklerinin dibine oturmadan önce. Bu önceler uzar ve gider yalnız uzadığı müddetçe çirkinleşmeye devam eder. Her saklambacın bir ebesi var zaten de her doğrunun bir kırılma noktası yoksa bile bu doğrunun -aslına bakarsan yalnızca matematiksel bir doğru- bir kırılma noktası var. Hâlâ kıyıda köşede kibar ve kibirsiz insanlar var. “Hanımefendi, rica edersem biraz kenara kayabilir misiniz?” Bu birinci kırılma. Anlam veremeyen bakışlarla süzme ve lütfedercesine kenara çekilme. Buysa ilk incitiş değil. İnsanların dolu dolu olduğu yerlerde bile böyleler; manzara sevmez, hayvan sevmez, insan sevmez, kendini sevmez yalnızca beğenir. Fakat bu sımsıkı kapadıkları gözleriyle bilinçsizce beğenmekten öteye geçmez. Gözlerini açmak zorunda kalsalar bin defa kırpıştırırlar çünkü gerçeğin aydınlığı gözlerini yakar. “Bana bak çocuk, seni döve döve terbiye ederim!” diye geçirdi içinden Yorgun argın işten çıkmış, zar zor kendini metroya atmış, zaten bin bir türlü derdi var bir de üstüne annesinin kucağında kulağı ağrıyan çocuk dakikalardır çatlarcasına ağlıyor. Oysa ona ne başkasının kulak ağrısından, hatta başkasının çocuğunun kulak ağrısı, ona kendi karın ağrıları yetiyor. Kafasını kaldırıyor, öfkeyle anneye bakıyor; anne ılımlı bakışlarını çocuğunun üzerinden kaldırıp etrafa baktığında gözleri mahcubiyetle kapanıyor. Kadının gözünü yumduğunu gören adam endişeleniyor Şimdi bu kadın bayılırsa çocuk daha çok ağlar. El mahkum yer veriyor, yer verdiği gibi kadın teşekkür ediyor. Adamın onun hakkında düşündüklerini bilmeden teşekkür ediyor. He bilse bile yine de teşekkür edecek bir kadın, orası ayrı. “Etrafta canımlı cicimli konuşan insanlar görüyorum abi,” diye yakınıyor az ileride bir çocuk. Samimiyetsiz diyor onlar için, samimiyet yoksunu kibarcık insanlar… Fakat o çocuk ne anlar ki candan, canımdan; doğdu babasının küfür ettiği bir evde, büyüdü yoldan geçenin yere tükürdüğü tükürürken bile küfür ettiği bir mahallede ve öğrendi kendini küfürle ifade etmeyi. O yüzden garipsiyor anlamı kaba olmayan sözcükleri, kaldı ki o nasıl küfür ede ede sövüyorsa küfür ede ede de seviyor. “Canım sen bilirsin.” diyor çocuğun arkasındaki kız, belki üniversiteli. Fakat bunun derdi de can değil, konuştuğu insansa gözünde mal, mülk, mevki. Bu yüzden gönlünü hoş tutmaya devam ediyor. Zaten sahte cümleler değil mi sevgi fakirlerinin karnını doyuran? İşte bu küçük kadın bu işi seve seve üstleniyor. Metroda mekanik bir ses yankılanıyor Gelecek durak Topkapı! Kadın çocuğunu bir güzel kucaklayıp ayağa kalkıyor, kalkarken omzu adamın koluna değiyor. Özür diliyor samimi ve çekingen bir gülümsemeyle ardından tekrardan teşekkür ediyor yer verdiği için. Adamın içi hafiften ısınıyor, kalbinin buzu birazcık kırılıyor. Kadının özrünü ve teşekkürünü karşılamak adına başını eğiyor. Metro duruyor, kadın bir an düşecek gibi oluyor ama hemen kendini toparlıyor. Adımları biraz çelimsiz, kucağındaki oğlunun göz yaşlarını silerek kapıdan yürüyüp çıkıyor. Kadın metroya bineli yalnızca birkaç dakika oldu ya bu sürede bir kere özür dileyip iki kere teşekkür etti. Sonra gitti. Şimdi metrodakiler o kadının boşluğuna boş gözlerle bakıyorlar. Yalnız en arkada metronun kapısına yaslanmış çocuk izler görüyor orada, kadın gittiği halde boşluğa tutunup kalmış anlamlı izler… Çocuğun adı E. ve bugünün ötesinde ya da eğer bugünün gerisi daha iyiyse bugünün gerisinde bir çocuk. İneceği durağı beklerken saatine bakıyor, bineli neredeyse yarım saat olacak; başını kaldırıyor ve karşılaştığına hayretle gülümsüyor, karşı koltuktaki çocuk biraz daha uyuyor taklidi yapabilirse herkes insin bir tek o otursun. “Zenginin malı züğürdün çenesi yormayı bıraktı artık,” diyor yaşlı teyze yanındaki hayat arkadaşına sonra ekliyor “artık çenesini kırıyor.” Ve keyifle bir yaşlı kadın kahkahası bırakıyor boşluğa, boğuk ve uzadıkça uzayan heceler. Yaşlı adam dönüyor bakıyor kırk yıllık karısına, kırk yıldır sürekli olarak içinden sabır çektiği gibi yine içinden bir of çekiyor. Bu adam da o takımdan, annenin, E.’nin ve bir avuç azınlığın takımından. E. çantasını omzuna daha iyi sabitliyor. Kapının önünden çekiliyor çünkü birazdan kapı açılacak. İnmeden önce şöyle bir göz gezdirirken ihtiyarın dalgın bakışlarıyla karşılaşıyor ve gözünün içindeki zikzaklı çizgide kavrulmuş kederler görüyor. Yaşlı adam da çocuğu fark ettiğinde aynı fikir koridorunda yürüdüklerinden birbirlerini tanıyorlar. Karşılıklı baş selamı vermelerinin ardından anne gibi E. de çıkıyor. Yaşlı adam artık içeride yalnız. E. iner inmez koşmaya başlıyor, acelesi var. Kimseyi bekletmek gibi bir huyu olmadığı gibi sözlerine de sıkı sıkıya sağdık. Bu huyunun cezasını ona az çektirmediler ama o hâlâ direniyor. Böyle gördü, böyle büyüdü ve böyle o takımın içine girdi. “Canım çok bekletmedim ya” diyor sokulgan bakışlarla karşısındakinin insafına sığınırken. Her kelimesi yerli yerine ve her kelimesi doğru. Kızın tek kaşı havalanıyor. İçinde bulunduğu çoğunluktan da güç alarak, onlara has ukala tavrı takınıyor. “Buraya gelir gelmez seni görmeyi beklerdim.” Bu eksik bir cümleydi, doğrusu “Buraya gelir gelmez senin beni beklediğini görmek isterdim.” Oysa kızın gelir-gelmez durumuyla şimdiki durumu arasında yalnızca birkaç dakika fark var. “Metro bugün her zamankinden daha yavaş gibiydi…” diyor tane tane, sakin sakin. Haklıydı, metro bugün daha yavaştı. Kızsa suçluyor; yavaş geldiği için metroyu, sebep bulmaksızın demir yolunu, oturduğu yeri beğenmediği için mekan sahibini ve bunların tümünü bir kişiye zevkle yükleyebileceğini bildiği için çocuğu. En çok çocuğu suçluyor. “Her neyse uzatmayalım” diyerek konuyu değiştiriyor kız, elbette lütfedercesine... E. rahatsızlık duyuyor ama görmezden gelmeyi tercih ediyor. Mekan sahibi -aynı takımın biraz daha akıllılarından- çocuğa bakıp iç çekiyor, “Ah be aptal çocuk, yüreğinin sancısına değer mi?” Hep bir ağızdan bağırıyor krizin büyüğünü kalbinde değil kalbinin içindekilerde yaşayanlar korosu Değmez koçum değmez, böylelerinin ayaklarına ne taş değer ne de varlıklarına senin sevgin. Koroyu susturuyor E. yoksa kıza ayıp olacak. “Eee,” diyor ilgiyle “neler yaptın bugün?” Kız anlatmaya başlıyor yalnızca canı sıkılınca duracak. Durduktan sonra da yeni soru bekleyecek çünkü doğrudan kendisiyle ilgili olmayan bir şeyi duymaya tahammülü yok. Her soruya bir cevap üretebilir ve her cevabında da kendini yüceltebilir. On dakika geçiyor E. hâlâ dinlemeye devam ediyor. Bir saat geçiyor E. yine dinlemekte. Dinliyor fakat anlamıyor, bu ona yabancı bir dil. Anlamak için yoğunlaşırken gözleri kararıyor. Saatler aldı başını gidiyor, kız gidiyor; masalar, sandalyeler de gidiyor. Boyalar, duvarlar da gidiyor. Bir tek E. ve E.’nin oturduğu sandalye kalıyor geriye. E. nefretle kalkıyor sandalyeden ve kalktığı sandalyeyi yerden yere atıyor. Yıpranmış bir halde fikir birliği ettiği insanlarla arşınladığı koridorun duvarlarına çöküyor. Gözünün önünden ardı ardına kararmış görüntüler geçiyor, kaburga kemiklerini sıkıştıracak görüntüler... Kimse dur demiyor, kimse gitme demiyor çünkü biliyorlar ki bu işler güç ister. “Ben,” diyor “Karşı takıma geçmek istemiyorum ama buna mecbur bırakıyorlar.” E. birden irkiliyor. “E. sen beni dinlemiyor musun?” diye sinirle soruyor kız, E.’yse o an kızın kaşının tellerinin ne kadar sert olduğuyla ilgileniyor. Omzunda soğuk bir el hissettiğinde dudakları arasından keskin bir cümle çıkıyor “Geçmiyorum karşı tarafa filan! Ben korkak değilim.” Kız anlayamıyor. Anlayamıyor oluşu bu masada verdiği ilk gerçek ve samimi tepki. “Anlamadım canım, iyi misin?” Ben senin canın filan değilim, diye geçiriyor içinden. Metrodaki yer veren adamı düşünüyor, onun gibi olmak istemiyor. “Kalkalım mı artık?” diyor kıza, kibar fakat bu sefer biraz mesafeli. “Neden ki oturuyorduk ne güzel!” diyor kız tatlı olmaya çaba göstererek. Bu sefer görmüş geçirmişler korosu bağırıyor “Bu çocuk akıllandı, bundan sonra ne senle burada bir şeyler yer neden senin bu hallerini.” E. önce koroya gülümsüyor sonra kıza dönüyor. “Gel kalkalım daha fazla geç olmadan.” Kız aslında daha fazla uzatırdı ama ilk defa çocuğu bu kadar kararlı görüyor. Biraz şaşkınlıktan biraz korkaklıktan ayağa kalkıyor. Kız gidiyor, E. gidiyor. Her ikisi de kendi takımına dönüyor. Yalnız E. artık bir şeylerin daha fazlasını biliyormuşçasına yüzünde yetişkinlere ait bir gülümseme ile dönüyor. Onu harcamaya çalıştıklarının farkına varmasıyla kocaman açtığı gözleri artık daha anlamlı bakışlara yuva oluyor. Birkaç öksürükle içindeki kötü havayı dışarı atarken ciğerlerine bu sefer öğlen güneşini çekiyor. E.’nin içi ışıl ışıl parlıyor. “Denediler ama beceremediler.” Kızın biri koşarak E.’nin önünden geçiyor, kız koşarken yüzünden saf endişe okunuyor. Ardından iri yarı bir çocuk daha da hızla ve hırsla koşuyor. Çocuğun ifadesi sert, yüzü öfkeden kızarmış. Kızı kolundan tuttuğu gibi sarsarak çekiyor. E.’nin biraz önce çıktığı mekanda dışarıyı görebilecek bir konuma yerleşmiş başka bir kız telefonundan başını kaldırdığında onları görüyor. Gördüğüyle birlikte yüzüne aptal bir gülümseme yerleşirken şöyle düşünüyor “Ne kadar da romantik…” Kızın yüzündeki endişeyi görmüyor, çocuğun kızarık yüzünü görmüyor; gördüğü tek şey sımsıkı tutulmuş bir kol. Gerçi bunu görüyor da ne işe yarıyor ki? Orada şiddet ve korku var, o ise pembe pembe kelebekler görüyor. “N’olur bırak kolumu, orası hâlâ iyileşmedi.” “Madem orası hâlâ iyileşmedi niye benim ayarlarımla oynuyorsun lan!” Çocuğun ağzından çıkan tükürükler kızın yüzüne yapışıyor. Kızın gözleri dolu dolu ama yardım beklemiyor bu yüzden hiçbir yardım çağrısında da bulunmuyor. Kendi başına kurtulamayacağının da farkında boynunu eğiyor, özrünü diliyor. Çocuk yüzünde her zamanki zafer kazanmış ifadesiyle kabaran göğsüne kızı çekiyor ve onu sarıyor. Bu görüntüyü alkışlayacak insanlarsa etrafta güle eğlene dolaşıyor. E. dikili kaldığı yerde onları izliyor. Biraz önce müdahale etmedi, duydu ama harekete geçmedi. Gördüğü görüntüyle keskin bir tiksinti duyuyor. Midesine ardı ardına giren kramplar E.’nin duyarsızlığını kutluyor. Çocuğun içindeki parlak ışıklar cılızlaşarak kayboluyor. İki dudağının arasındaki küçücük boşluktan yavaş yavaş dışarı çıkıyorlar. “Orada dikili kalması E.’yi kötü bir insan yapmaz elbette ama bencil yapar. Biraz önce kendi kurtuluşunun coşkusu içindeyken şimdi işe yarayamamış olmanın rehaveti içinde olması, onu harekete geçirmedikten sonra yalnızca onun kendi içini yemesine neden olur.” diyecek ileride zamanın kırklı yaşlara sürükleyeceği E. E. içindeki can sıkıntısıyla kıvrımlı sokaklara karışıyor. O andan kaçmak istiyor ama adımları yavaş. Ağırlaşmış vicdanı onun güçlü bedenine meydan okurcasına zorluk çıkartıyor. Bir süre sonra zamanın akışıyla aynı ritimde kaybolmaya başlıyor. Akşamın karanlığı çöktüğünde o evine yeni varıyor. Dışarıda insanların bazıları işlerinden bazıları evlerinden bazıları okullarından çıkıyor, bazılarıysa durağan hâlde. Birçoğunun yaşları birbirlerinden farklı ama hepsi tahammülsüz. Birbirlerine omuzları, kolları değiyor; kimse buna takılmıyor, ileriye odaklı yürüyorlar. Birbirlerini ezmeleri için sağlam bir nedene sahipler Herkesin ama herkesin mutlaka acelesi var. Tüketmeye olan ihtiyaçları en üst seviyede bu nedenle daha önce varmalı, daha önce elde etmeli ve hepsinden daha önce bitirmeliler yoksa treni kaçırırlar. Aynı cins insanları bir araya toplayıp onlara yeniliği vadeden aslında yenilik adı altında yozlaşmışlığa götüren treni kaçırırlar. Ölümsüzlüğü bile harcayacak kadar hırslı, iflah olmaz bir romantiği bile utandıracak kadar düşkünler; her yaştalar, her yerdeler. “Bu ülkede mimari, yetmişlerin salon salomanje merakından daha ileriye gidemez hocam. Ben bunu bilir, bunu söylerim.” diyor ve sigarasını yakıyor. Umursamaz bir tavırla uzaklara bakarak şairane bir poz kesiyor. Belki haklı belki değil ama konu bu değil. O dediği şey de zaten salomanje değil salamanje. O yalnızca bilirkişi gibi bir tavır sergilemek, yaptığı vurgularla sözünün üstüne söz söylenmeyeceğini göstermek istiyor. Karşısındaki adam konu hakkında en ufak fikri olmaksızın başını sallıyor. “Çok haklısınız üstad, her konuda olduğu gibi bu konuda da rezillik diz boyu.” Önce takdir sonra aynı şekilde olumsuzlama… İşte bu şekilde çoğaldı ne idüğü belirsiz aydınlarla, onlara özenen şakşakçılar. “Efendim, kahveleriniz…” diyor onlarla yaşıt garson saygılı bir üslupla. Garsonun kahveleri önlerine koymalarını bekledikten sonra ağızlarına sakız ettikleri yapmacık bir teşekkürle karşılık veriyorlar. Zarif insanlar sonuçta, nezaket onlardan sorulur. Garson uzaklaştıktan sonra kendi kendine gülüyor. “Lütfettiniz efendim, lütfettiniz.” Elinde yeni bir tepsiyle başka bir masaya giderken biri gür ve kır, diğeri seyrelmiş ve yer yer kır saçlı iki adam hararetli şekilde tartışıyor.“Bu ülkede en ufak kusur bulanlar, bu ülkenin huzur ve refahını istemeyenlerdir. Gül gibi memleketi beğenmiyorlarsa def olsun gitsinler.” “Çok doğru dedin, gitseler de rahat bir nefes alabilsek.” “Efendim, kahveleriniz…” diyor garson ve ekliyor içinden. “Devam beyler devam haklıyı tokatladığınız ellerle haksızı alkışlamaya devam.” “Sağ olasın, evladım.” diyor her ikisi de, garson gülümsüyor. “Afiyet olsun efendim” Neredeyse her masada ülke, gündem, toplum tartışılıyor; kahvenin sıcak sütü dillerini yaksa bile konuşmalarına engel değil. Çünkü hepsi sözde kumandan hepsi komuta lideri; konuşurlar ki millet akıllansın çünkü sonuçta söyledikleri mühim şeyler. Hatta o kadar mühim ki hareketten daha önemli. Oturup lafa laf ekle, kim uğraşır ki ayağa kalkıp yol almakla? Garsonun gözleri daha yaşını doldurmamış bir bebeğe değiyor “Sakın ha emeklemek için acele etme küçük, önce konuşmayı öğren!” Garson, bebeğe içtenlikle gülümsüyor. Dışarıda egzoz borusundan duman ata ata, gürültü yapa yapa bir araba geçiyor. Araba gider gitmez herkes ayıplamaya başlıyor. “Terbiyesiz herif, böyle araba mı sürülür?” Sürülmez. “Bu kadar da görgüsüzlük olmaz ki!” Olmaz sahiden “Böylelerine ehliyet filan vermeyeceksin!” Tamam vermeyelim ama “böyleleri” dediğin kimler? Nasıl ayırt edebileceğiz ki bunları? Bunlar değil mi lafa gelince görgüden, işlerine gelince özgürlükten, başkası hadsizlik edince saygıdan bahsedenler? Siz değil misiniz şimdi ayıpladığınızı ileride yaparken bu anı hatırlayıp başkasının hatasına sığınacak olanlar? Sizler yanlışı seven, yanlışla beslenenler olarak elbette bu konu hakkında doyasıya konuşursunuz, hatta başka yanlışlara da değinir ve bundan inanılmaz zevk alırsınız. “Duyarlılık da mı hata oldu şimdi A.? Ne yapsın insanlar? “Lafım duyarlılıklarına değil, samimiyetsizliklerine.” “Yargılamamaktan bahset, ayrıştırmamaktan bahset sonra gel de ki “samimiyetsizlikleri” nereden biliyorsun? Nasıl emin olabilirsin? “Hepsi için demiyorum…” “Fakat hepsine öfkelisin.” “Birbirlerine engel olmadıkları için, birbirlerini uyarmadıkları için, birbirlerini frenlemedikleri için hepsine kızgınım” “Haddini aşmadan uyarabilmek herkesin becerebildiği bir şey mi? üzerine susuyor; sürekli öfkeli ama öfkesi kırgınlığından. Kabullenerek başını sallıyor. R.’nin yüzünde samimi bir gülümseme beliriyor. Ayaklanıyorlar, montlarını giyip çantalarını omuzlarına taktıkları gibi dışarı çıkıyorlar. A. düşünceli, R. düşünceli. İkisi de yere bakarak yürüyor. Yol ayrımına geldiklerinde sarılıp ayrılıyorlar. A.’nın düşündükleri zihninin duvarlarından sekip sekip sokaklara çarpıyor. Kafasını kaldırdığında kirli bir duvarda -bu duvar zihin duvarından farklı olarak somut bir duvar- gördüğü akşamın karanlığına dahi meydan okuyan eğri büğrü çirkin yazıyla olduğu yerde kala kalıyor. A. ve beraberinde tüm insanlık… “SÖYLESENE AYAĞIN DİĞERLERİNE DENK Mİ?”
KONYA AA - Katıldığı öykü yarışmasında 2 bin eser arasından Türkiye birinciliği kazandıran ortaokul öğrencisi, Beyşehir ilçesinin gururu TOKİ Ortaokulundan yapılan yazılı açıklamada, her yıl Enerji ve Tabi Kaynaklar ile Mili Eğitim Bakanlıkları işbirliğiyle ilkokul ve ortaokul öğrencileri arasında enerji verimliliği bilincini artırmak ve yaygınlaştırmak amacıyla enerji verimliliği konulu resim ve öykü yarışmaları düzenlenmekte olduğu yıl Konya'yı temsilen öykü yarışmasına katılan 7. sınıf öğrencisi Mehmet Ok, yaklaşık 2 bin öykü arasından "FİMOK'un Maceraları" isimli öyküsü ile Türkiye birincisi olduğu ve Konya'nın gururu olan öğrenci, ödülünü Ankara'da düzenlenen ödül töreninde Enerji Bakanlığı Müsteşarı Fatih Dönmez'in elinden aldı. Beyşehir ilçe Milli Eğitim Müdürü Musa Konuk da, yayınladığı mesajla, Beyşehirli öğrencinin gösterdiği başarıdan dolayı okul yönetimini, öğretmenlerini ve öğrenci ile ailesini kutladı.
Ana Sayfa Haberler & Etkinlikler Haberler Öykü Yarışmamızın Kazananları Belli Oldu Üniversitemiz Geleneksel Liseliler Öykü Yarışması sonuçlandı. Üniversitemiz Beşerî Bilimler Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü tarafından bu yıl ikincisi düzenlenen, “Gezegenin Geleceği Kaygılar ve Umutlar” temalı öykü yarışmasına 54 farklı şehirden 243 öğrenci öyküleri ile katılım gösterdi. Yarışmada dereceye giren eserler, Dr. Öğr. Üyesi Yusuf Gökkaplan ve Dr. Öğr. Üyesi Duygu Oylubaş Katfar’ın sunumlarıyla üniversitemiz Youtube kanalından canlı yayınla açıklandı. “Gezegenin Geleceği Kaygılar ve Umutlar” konulu öykü yarışmasında, Seçici Kurulun yaptığı değerlendirme sonucunda Çanakkale Fen Lisesinden Tuğba Tezcan’ın “Hissizleşen Dünyada İnsan Olmak” öyküsü birincilik, İstanbul Atatürk Anadolu Lisesinden Nehir Besen’in “İkinci Şans” öyküsü ikincilik ödülünü aldı. Yarışmada üçüncülük iki öğrenci tarafından paylaşıldı ve kazananlar; “Geleceği Umut Geçe” öyküsü ile Özel Tuzla Açı Anadolu Lisesinden Sevde Berre Taşkınoğlu ve “Ölmesin Melek” öyküsü ile Çanakkale İbrahim Bodur Anadolu Lisesinden Şevval Algül oldu. Gökkaplan Söyleyecek Sözü, Kaleme Alacak Yazısı Olan Bireyler Yetiştirmeyi Hedefliyoruz Dr. Öğr. Üyesi Yusuf Gökkaplan, yayın sırasında yaptığı açıklamada, yarışmaya ilginin beklenilenden fazla olduğunu belirterek, “Türkiye’nin birçok ilinden yarışmamıza yoğun bir ilgi vardı. Toplam 54 şehir, 205 farklı liseden 243 öğrenci yarışmamıza katılım sağladı. Bu bizi son derece mutlu etti. Kapadokya Üniversitesi olarak söyleyecek sözü, kaleme alacak yazısı olan bireyler yetiştirmeyi hedefliyoruz. Her bir öykü özenle yazılmıştı. Tüm öyküleri hem biz hem jüri üyelerimiz okudu. Her yazılan öykünün şüphesiz ayrı ayrı değeri var. Ancak bir şekilde bir değerlendirme kriteri belirleyip dereceye giren öyküleri seçmemiz gerekti. Ben eser gönderen ve dereceye giren tüm öğrencileri yürekten kutluyorum.” dedi. Dereceye Giren Eserler Kitaplaştırılacak Üniversitemiz Geleneksel Liseliler Öykü Yarışmasında dereceye giren 22 eser kitaplaştırılacak. Yarışmada dereceye giren eserler şöyle 1. Tuğba TEZCAN Çanakkale Fen Lisesi, “Hissizleşen Dünyada İnsan Olmak” 2. Nehir BESEN İstanbul Atatürk Anadolu Lisesi, “İkinci Şans” 3. Sevda Berre TAŞKINOĞLU Özel Tuzla Açı Anadolu Lisesi, “Geleceği Umut Geçe” 3. Şevval ALGÜL Çanakkale İbrahim Bodur Anadolu Lisesi, “Ölmesin Melek” 4. Dere ARAT TED Ankara Koleji, “Empatiyatör” 5. Ebubekir ACUN Beşir Atalay Anadolu İmam Hatip Lisesi, “Rebellionis” 6. Ceren KAVAKLI Kaya Beyazıtoğlu Anadolu Lisesi, “Kendini Unutan Şehir” 7. Irmak ÇATALTEPE Özel Enka Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi, “Kutudaki Dünya” 8. Volkan KABAK Sultanbeyli Sabiha Gökçen Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi., “Cihangir Zamansız” 9. Ahmet Said ALDEMİR Nevşehir Anadolu Lisesi, “Hoşça Kal Köprüsünden Beyaz Mendil Sallarsın Böyle” 10. Asya Gül SAVAŞ Çatalca Çevre Bilim Koleji, “Biz Gören Körler Geleceği Görürse” 11. Duygu HATİPOĞLU Kadıköy Anadolu Lisesi, “Mavi İris Çiçeği” 12. Melike AYDIN Gazi Osman Paşa Anadolu Lisesi, “Çöpten Ruhlar” 13. Muhammed Fatih KUTAY Erzurum Anadolu Lisesi, “Sular Çekildiğinde” 14. Ela KARASOY Cağaloğlu Anadolu Lisesi, “Dünyanın Sonuna doğan Çocuklar” 15. Rojbin ÇELİK Suruç GAP Anadolu Lisesi, “Gelecek, Umutla Gelecek” 16. Kader DOĞAN Kırşehir Sosyal Bilimler Lisesi, “Son” 17. İrem BAYAT Mihrimah Sultan Kız İmam Hatip Anadolu Lisesi, “Yok Oluş Efsanesi” 18. Elif Hatice SARPDAĞ Mürşide Ermumcu Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi, “İnsanın Ötesine Bir Uyanış Yolculuğu” 19. Deniz İYİKAL Özel Akhisar Koleji Fen Lisesi, “Tükenmişlik” 19. Mustafa YILDIZ Ağrı Dağı Anadolu Lisesi, “İkinci Bir Umut” 20. Dilanur Güneş Çakırtepe Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi, “Triskelion”
öykü yarışmasında birinci olan öykü